15 Eylül 2011 Perşembe

bir doğu ekspresi hikayesi

Hava sıcaktı.

Kompartıman güneşten yayılan tüm ısıyı içine çekmiş gibiydi, üçerli dizilmiş altı koltuk yükünü almış, ziyaretçileri zaten sıcak olan ufacık odacığı nefes alınamaz hale getirmişti.

İzlemek zorunda olduğum bir amca, bir yandan sıcaktan şikayet ediyor bir yandan da sallanmakta olan trene rağmen hedefi tutturup gözlüğünün camlarını silmeye çalışıyordu. Ona göre yine bu iyiydi eskiden bu yol tam bir gün sürüyordu.

Cam açılmıyordu. Kapıyı açıp koridordaki sıcaklığı da davet etmiştik. Amcanın yanına konuşlanmış şişmanca teyze belli ki sıkışmış, homurdanarak sağa sola kıvrılıp az olan yerini çoğaltmaya çalışıyordu. Gençten bir çocuk hala camı zorluyordu, uyuyabilenler uyumuştu.

Sadece biri sessizdi altılı insan kalabalığında. Cam kenarına oturmuş, bacaklarını göğsüne kadar çekmiş, hayran hayran film şeridi gibi akan dışarıyı izliyordu. Kavruk tenli, sıska ama çevikti, kaşları gür fakat bıyığı henüz terlememişti. Sessizdi, ilk görüşte fark edilemezdi, dikkatle incelemedikçe sorana bir eşgal verilemezdi. O trende ya da hayatta köşeye sıkışmış, öyle bir çocuktu işte. 

Koridora çıktı, sigara yaktı. Biraz meraktan biraz nikotin krizinden yanına gittim. Sordum fazla sigarası var mıydı? Vardı tabii ki, olmaz mıydı? Sigaramı yaktı, yine gözlerini dışarıya kaçırdı. Nedense onun için bir başka değerliydi dışarısı. 

Açmaya çalıştıkça kapanan bir kapıydı, ısrarla zorladım. 
Önce başlangıç sorusuyla başladım nereye gidiyordu? Bir tren yolcusu için çok da yaratıcı sayılmazdı sorum ama bir yerden başlamalıydım. Cevap Ankara'ydı. Okuyor muydu yoksa çalışıyor muydu? Önce cevaplamadı, bir süre sessiz kaldı. Sonra “ikisi de yok abi” diyebildi. Ankara'ya ne için gittiğini sorduğumda, ilk sigaraları bitirmiş izmaritlerini açık camdan fırlatmıştık. 

İkinci sigarayı teklif etti ve üsteledi. Yaktım. Tekrar dışarıya bakarken, uzun süredir dışarıdan uzakta olduğunu anlattı, şu an camdan izlediği her şeyi tam sekiz yıldır görmemişti. 
Söylemeye utandığı  şeyi bir çırpıda söyleyiverdi: cezaevi çıkış kağıdını almaya gidiyordu Ankara'ya.

Hava sıcaktı. 

Kader onu arkadaşlarıyla oynarken çağırmıştı. Tam on üç yaşındaydı ve ailesi için, şerefleri için, biçilmiş kaftandı. Koşarak gitmişti abisinin yanına, ne zaman çağırsa koşardı. Gergindi abisi, kaşları çatıktı. Önemli bir görevi olduğundan bahsediyordu, artık çocuk değildi ve bunu başaracağına güveniyordu abisi.
Eline kovboy filmlerinde gördüğü silahlardan birini vermişti ve hayır kesinlikle oyuncak değildi. Çok tanıyamadığı babasını vuran adam hapisten çıkmıştı ve babasının kanı yerde kalmamalıydı. 

Abisiyle birlikte takip etti şereflerini kirleten onları öksüz bırakan adamı. Çeşmede durmuş serinlemeye dalmıştı. Abisi işareti verdi, bu en doğru zamandı. 


Hava sıcaktı. 

Elindeki silah elinden kayıyordu, elleri terliyor taşımakta zorlanıyordu. Aslında hiç istemiyordu yapacağı şeyi yapmayı ama babasının kanı hala yerde, orada çeşmenin başındaydı. Korkuyordu fakat bunu belli etmiyordu. Ayakları yaklaşmak istemediği hedefe her saniye yaklaşıyordu ve artık saniyeler eski saniyeler gibi hızlı geçmiyordu. Sanki zaman yavaşlamıştı, ağır çekimde gidiyordu sabık mahkuma doğru küçük cellat. Sanırım yeterince yaklaşmıştı. Sanıyordu çünkü bilmiyordu onu öldürmeye yetecek mesafenin aslını. Son bir kez dönüp baktı azmettiricisine, gözleri gururla dolu kahramanını izliyordu abisi. Cesaret aldı, silahı kaldırdı, namluyu doğrulttu gözünü kapattı ve iki yırtıcı ses art arda kulaklarını deldi geçti.

Hayalleri aldığı iki darbe ile yere devrilmişti. Silah seslerini duyan çocukluğu kaçmıştı.
Kanlısı vurulmadan önce dönüp bakmıştı, yöreyi de, töreyi de biliyordu. Kaçmak için yeltenmemişti bile, öylece gözlerini gözlerine dikmiş beklemişti sonunu. Sadece yapma diyebilmişti. Tek bir kelimeyle özetlemişti aslında cezasını çektiğini, yapacağı şeyin çare olmadığını, sadece kendini mahvedeceğini ve bunun ölülere bir yararı olmadığını. Özetlemişti çünkü ondan önce kendisi yaşamıştı ve şimdi tek kelimeyle anlatabildiği şeyleri biriktirebilmesi 10 yılını almıştı.

Harbi delikanlı adamdı!

Kurbanı ile ilgili söyleyebildiği tek şey buydu. Onu tanımıyordu, adı Abdullah mı neydi, sadece babasını vurduğunu biliyordu. Onu orda yüzüne bakıp, silahına bile davranmadan sadece sonunu beklerken, tetiğe basmadan önceki bu kısacık zamanda tanımıştı. Ama Allah var ne yalvarmıştı, ne kaçmıştı o yüzden yürekli, delikanlı adamdı.
Adamın ölmeden önce söylediği son şeyi şimdi anlıyordu ve onun da anlaması sekiz yıl sürmüştü. Sekiz sürgünlerle geçen yıl. Sekiz vücudunda çıkan ilk kılı cezaevinde verdikleri jiletle kestiği yıl. Sekiz kapalı duvarlar arasında ergenlik geçirmek zorunda kaldığı yıl. Sekiz matematik, fen öğrenmesi gerekirken eline geçen nesnelerden silah yapmayı öğrendiği yıl.
Bir traş bıçağı alınıp içinden jileti çıkarılır, sobanın üzerinde eritilerek kalıp haline getirilmiş sabuna dökülüp soğumaya bırakılır. Sonra jileti çıkarılmış traş bıçağının plastik sapına takılır. Kendinizi koruyacağınız ya da hasmınızı yaralayacağınız bıçağınız hazırdır.
Koridorda keskin bir sidik kokusu, ter ve kompartımanlardan yükselen ayak kokusuna karışmıştı. Pencereden içeri girmeye çalışan az miktarda taze havayı üç kişi paylaşıyorduk. Arkamızdan, hafif topluca, temiz yüzlü, yanakları al bir çocuk dar koridorda bacaklarımıza sürtünerek geçti. “Dikkat et abi cepçi bu çocuk” dedi. Takım elbiseli bir adam ateş istedi, yok dedi. “İbne abi bu o yüzden vermedim” dedi. Müzik dinleyip etrafı izleyen bir üniversite öğrencisine “torbacı” dedi. Cezaevindeki herkes suçluydu ve ona göre trende bile hala oradaydı. Gerçek şu ki, genç olduğu son sekiz yılda suç işlememiş insan tanımamıştı.
Sekiz yılda altı cezaevi değiştirmişti. Her gittiği yerde koğuşların ağaları tarafından ezilmek istenmiş, kimisi ırzına geçmek istemiş, kimi tuvalette pisliğini temizletmek istemiş, hiçbir yerde kendini ezdirmemişti. “Abi ya onlar vuracaktı bana ya ben onlara vuracaktım ben vurdum sürüldüm” dedi. Gardiyanlardan olsun sübyan koğuşundaki diğer çocuklardan olsun yediği dayakları hatırlayamıyordu, fakat artık geceleri uyuyamıyordu. “Gece uyursan ölürsün abi, gece kendini savunacaksın gündüz uyuyacaksın” dedi. “Tuvalete yalnız gitmeyeceksin emanetin hep yanında olacak” dedi. “Hasmın karşıdan sana doğru geliyorsa ve eli arkasındaysa, bil ki emaneti elindedir, o seni şişlemeden sen onu şişleyeceksin” dedi.
Dehşete düşmüştüm. O anlattıkça kendi rahat hayatımı düşünüyor anlattıkları karşısında eziliyordum. Onun hapse girdiği yıl ben yazılıdan düşük not aldığım için kahrolmuştum. Onun dayak yediği günlerde ben şımarıklığım sonucu annemin attığı güdümlü terliklerden kaçıyordum. Onun cezaevi avlusunda hasımlarını gözleyerek volta attığı günlerde, ben kan ter içinde bir topun peşinden koşuyordum. Onun uyuyamadığı tüm gecelerde ben uyuyordum.
Hiç rahat etmedin mi diye sordum “ettim abi” dedi. On sekizine basınca ıslahevinden normal cezaevine alınmış. “Büyükler koğuşunda herkes çekeceği cezaya bakar abi” dedi. “Kimse kimseye istemedikçe bulaşmaz, oradakiler mazlumu korur” dedi. Çocukların masum, büyüklerin daha saldırgan olduğu dışarısıyla tezattı demek ki içerisi. Islah olması gereken sübyanlar büyüklerden çok dehşet saçıyordu içeride belli ki.
Gözleri uzaklara daldı. “Aileni mi düşünüyorsun” diye sordum “benim ailem yok abi” dedi. Artık yok.

İçeri düştükten sonra ilk zamanlar birkaç defa yazmışlar sonra kesmişler arayıp sormayı. “Çocuksun abi geceleri anneni istersin yanında kimse olmaz, düştüğünde nazlanacağın biri olmaz tek dayanağın mektuplardır” dedi. “Ben onlar için içeri girdim onlar benden iki kelamı esirgediler” dedi. Sadece para göndermişler ki özlemi, istekleri, hissettikleri için çok ucuz bir bedeldi ona göre. Ağabeyi haber göndermiş çıkınca gel yanımıza diye. Gitmem aramasınlar boşuna diye cevaplamış haberi. “Kanlılarından mı korkuyorsun?” dedim “yok abi olacağı varsa gelir bulurlar ben onların yüzünü görmek istemiyorum” dedi.

Gözleri daldı tekrar.

Gardiyanlardan biri bir mektup getirmiş bir gün. Vermişler eline, kimden diye sormuş kadınlar koğuşundaki bir başka hükümlüden demişler. İçini açmış, kendini anlatan kısa bir not ve fotoğrafını iliştirmiş karşıdaki kişi. Sıcakmış sözleri, gözlerini bir görsen ateş gibiymiş, hele yüzü çok güzelmiş. Hemen cevap yazmış heyecanla her gelen mektupla daha da tutulmuş, aşık olmuş. Onun için hayat artık cebindeki o fotoğraf olmuş. Geçirdiği tüm kötü günlerde, sürüldüğü her yerde yazılı birkaç kelime destekçisi olmuş.
Daldığı her yerde artık gözleri onu görür olmuş.  
“Bundan sonra ne yapacaksın?” dedim, hüzünlendi. Hayatı ellerinden kayıp gitmişti. “Artık bu yolun yolcusuyuz abi, bize kimse iş vermez, cezaevinde tanıştığım ağabeylerin yanında bir işe girerim bir iki yıl sonra da ya geri içeri girerim ya da ölür giderim” diyordu. Söz söyleyemedim. İşlerini hallettikten sonra görüşe gidecek, sevgilisinin de üç ayı kalmış çıkınca evlenecekler. Bir tek buna sevinebildim.
Tren salına salına dağların arasından süzülüyordu, yaşlı amca kafasını geriye yaslamış horlayarak uyuyordu, kitap okuyan bir genç dışında, diğerleri de uyumuştu ama kimse uykunun tadını amca kadar çıkaramıyordu.
Derin bir sessizlik oldu sanırım hikayesini anlatmış rahatlamıştı, isyan etmiş zehrini akıtmıştı. Dışarı tekrar baktı nazlı nazlı akan bir nehir ve etrafındaki yeşil ağaçları gördü, bir çoban koyunlarını otlatıyordu, nehrin kenarında çocuklar eğleniyordu. Gülümsedi. Bana döndü ve -ee abi sen ne yapıyorsun?- dedi.
Ben o sıra, başıma gelen basit şeylere üzülüyordum. Sahip olduklarıma inat şımarıyordum. Gördüğüm güzelliklerden sıkılıyordum. Yeterince rahat uyuyamadığım için eski yatağımı bir yenisiyle değiştiriyordum. Dışarıda onlarca lokanta arasında yiyecek doğru düzgün bir şey bulamıyordum. Eğer tam olarak o an ne yaptığımı sorarsanız bunları düşünüp, onun yaşadıkları karşısında utanıyordum.
Döndüm “okuyorum” dedim, “başka?” dedi “hiç..” dedim. Çünkü onun yaşadıkları karşısında benimkiler hiçti.

Trenin düdüğü çalmış, kondüktör elimdeki biletle gidebileceğim son istasyona geldiğimi söylüyordu.
Çantamı aldım, yol arkadaşımla vedalaşacağım sırada elimi uzattım fakat hitap edemedim. Hayat hikayesini, acılarını, aşkını dinlediğim çocuğun henüz adını bilmiyordum. Mahcup bir şekilde, dalgaya vurarak ismini sordum.

İsmi Ömer’di.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder