27 Aralık 2011 Salı

Işıl'a..


Derinde bir sessizlik var.

Karanlık bir kuytu, kötü bir rüya. Bünyeden bünyeye farklı tabi ama, her anıda bir iç çekiş. Bir keşke, bir “bunu da görseydi ya”.
Matem pusuda. Ansızın yakalıyor kahkahaların ortasında. Küskün, dargın, hırslı, saldırıyor her hatıraya. Alev sönmedi hiç harlanıyor insan yalnız kaldığında. 
Düşler misafirperver, seni ağırlıyor sıklıkla.
Sesin hep kulaklarımızda..

Önceden bilmiş gibi, görmeden gittin uğursuz 2011’i. Savaşlar tam gaz, her gün siyaset uğruna gönderiyoruz birilerini yanına. Araplar da bahar oldu, devrimler falan. Bazılarını devirenler, bazılarını devrilenler gönderdi ama çok kişi gitti oraya. Doğa da durmadı tabi bu arada. Deprem oldu tsunami oldu Japonya’da Van’da, üzüldük hep, ölüm bu yıl çok çalıştı bu tarafta.
Oturduğumuz tabureleri kaldırdı belediye Beyoğlu’ndan. Sana kaldırdığımız kadehler ulaşamıyor artık yıldızlara. Barların kötü sıvalı tavanlarında asılı kalıyor şerefeler, aramızda olanlar ve olmayanlara.
ÖSYM çok skandal yaptı bu sene, milli eğitim bakanı daha fazla öğretmene ihtiyaç yok öğretmenler başka iş bulsun dedi, başbakan kapak oldu Times’a. Bunlara da okkalı bir küfür sayardın eminim saydık biz senin adına da. Sevinir misin bilmem ama, aradan bin Ladin’i de çıkardı Amerika.
İşsiz kaldım ben bu sene. İlk başta dayandım ama sanki satıyorum sana verdiğim sözleri yavaş yavaş üç beş kuruşa. Döner koltuklu bir masa başında değil de, büyük bir şirketin köhnesinde selamlarım artık seni ve yüzüm olmaz sana demiştim demeye.

Bunları görmemen iyi.

Beni duyabilmeni isterdim. O kadar çok şey anlatıyorum ki sana. Bazılarına kızarsın eminim, ama çok gülersin çoğuna. Zaten adam gibi ağlayamadık seninle karşılıklı, ne zaman otursak başımıza bir büyük alıp dert sofrasına, on dakika sonra cıvıttık, güldük yarıla yarıla.
Sensiz ağladım ben hep, senden sonra..

Belki de yeterince ciddiye almadık hayatı. Keşke alsaydık. Ölüme gülmezdin belki o zaman. Korkardın belki. Şakası olmazdı sensizliğin, gitmezdin belki.
Sizin orda zaman kavramı nasıl bilmiyorum ama bu bir yıl çok garip geçti benim için. Hayatımdaki tek iyi şey beni emanet ettiğin kadındı.- Bunu görseydin iyiydi-. Zaman geçirebilmeni isterdim onunla. Senin izlettiremediğin Vengo’yu izlettirdi bana. Senin dinletmediğin şarkıları dinletti bana, bilmediğimiz çok şeyi o bana anlattı, bende sana.

Senin kaçmak istediğin İstanbul’da sıkıştık kaldık. Devam ediyoruz hayatlarımıza. Bazen haksızlık ediyormuşum gibi geliyor sana, yeterince anamıyorum sanki seni. Bir yerlerden haykırıyorsun da duyamıyorum sesini. Siste ağlıyorsun, beni çağırıyorsun da gelemiyorum sanki. Tekrar tekrar intihar ediyorsun da kurtaramıyorum seni. Her defasında son anda yetişiyorum da tutamıyorum elini, düşüyorsun hep boşluğa. Sonrası keşke’ler denizi..
Dalga dalga geliyor, boğuluyorum içinde.

Bu gün tam bir yıl geçti üzerinden. Bir buruk yıl. Bir eksik yıl. Alışamıyorum sonsuza kadar gitmiş olman fikrine. Artık neresiyse orası, orda bizi bekle. Eğlenelim, dalgaya alalım hayatı, gömelim dertleri bir elliliğe, bekle ki toplanalım yine.
Gitme bir yere..

Bıraktığın mektup hep aklımda, orda gülüyorsun bana. Gariptir, yaşamından vazgeçecek engellerin vardı  ama, ben gülerken hatırlıyorum seni hala.

          Sana gelsin.. Eskiden olduğu gibi tekrar tekrar dinlersin.

30 Kasım 2011 Çarşamba

elvan dalton


Gülerken o kadar böğürmüşüz ki müzik neyin duyulmamış, aşağıya ekleyiverdim.
Bir de muhteşem ayak figürlerini gösterebilmek amacıylan telefonu dik pozisyona getirdiğimde kafaları 90° sola yatırıp izlemeye öyle devam ediyoruz cicişler.


16 Kasım 2011 Çarşamba

4 Kasım 2011 Cuma

Arap spikerle kalp jimnastiği





Arap spiker, Halit Akçatepe'li Türk filmi gibi, olmasa da olur ama olunca bir ayrı eğlencelikli.

Topun kimde olduğuyla, kimin kime pas attığıyla, çalımla, ortayla, şutla ilgilenmeyip, maç boyunca sadece kendi hislerini anlatan yegane anlatıcılardır. Top taca çıksa onlar heyecanlanabilir, her atılan şut gol olmuşçasına sevinebilirler. (Koskoca bir dünya kupasını, arap spiker eşliğinde izlemiş bünyenin gözlemidir. Vuvuzeladan daha kalıcı hasar bırakmıştır.) Arap baharı muhtemelen böyle heyecanlı bir anlatımın sonucunda başladı. Fitili, böyle heyecanlı bir spikerin yakmış olabileceğini düşünmek zor değil. Dinleyip de gaza gelmeyene çokomel vereyim.

Futbol Arap spikerlere çok şey borçlu. Korunsun, devlet onlara yardım etsin.

27 Ekim 2011 Perşembe

sevmek zamanı


Ben bıraktım, Halil sigara üstüne sigara yakıyor.

İlk sahne. Fena yağmur altında paltolu, hırlı bir Halil, zengin manzaralı bir köşke, tornavida vasıtası ile davetsiz giriyor.  Alışkın adımlarla salonu geçip pikabı açıyor -O pikaptan bende de var- Romantikli bir Yeşilçam şarkısı açıp koltuğa kuruluyor ve bir sigara yakıyor -O sigaradan bende yok- Karşı duvarda asılı resmi seyredip yoğun duygulara dalıyor.  Ben ise şu günlerde pikabı açıp yanında çekirdek çıtlıyorum, haliyle dişlerimin arasında kırılan kabukların sesi ve tüküremediğim kabukların ağzımda oluşturduğu yığın yüzünden, duygularım onunki kadar yoğun olmuyor.

 
İkinci sahne. Resim insanı Meral, arkadaşlarıyla hoplaya zıplaya şen kahkahalarla köşke geliyor ve bir anahtar vasıtası ile edepli bir şekilde içeri giriyor. Yukardan pikap sesi geldiği ve aşırı cesaretli olduğu için süzüle süzüle olası hırsızın bulunduğu odaya gidip sesin kaynağını kontrol ediyor. Halil koltukta o mendebur sigarayı içmeye devam ediyor.

Üçüncü sahne. Cesur Meral, hırlı Halil’i sorguya çekiyor. İşte burada Halil’in aslında hırsız değil resme aşık bir romantik olduğunu ve her gün oraya gelip sigara içerek, saatlerce resmi izlediğini öğreniyoruz Meral’le birlikte. Her 1986 model insan gibi, o an Meral’in eline sert bir cisim alıp ‘ayy pis sapık manyak defol git bu evden çantamda biber gazı var’ diyeceğini düşünüyoruz fakat film siyah beyaz olduğu ve sahnede bizim anlayamayacağımız naftalin kokulu bir aşk hikayesi anlatıldığı için Meral kızmak yerine bu büyük aşka hayran oluyor. O da Halil’e aşık oluyor. Halil hala sigara içiyor.
Kucağımda sevdiğim ve ben etkileniyoruz bu sahneden. El ele tutuşuyoruz. Fakat Halil hevesimizi kursağımızda bırakıyor jön bir Yeşilçam dönüşüyle "resminle arama girmeye ne hakkın var! ben seni değil, resmini seviyorum." diyor. Bu artistlik, ki bence kesinlikle sigaradan kaynaklanıyor, rahatsız ediyor bizi, hadi lan diyoruz. 198X model düşünce burada yeniden devreye giriyor.


Bu sırada kucağımdaki sevgilim uykuya dalıyor, kontrolsüz güç kullanarak yanaklarını sıkmaya ve öpmeye başlıyorum. Uyanıp “yieeaaa noluyo” demesine rağmen kurtulmasına izin vermiyorum. Hayvan gibi, çılgın gibi seviyorum bir süre. Sonra bırakıyorum tekrar uykuya dalıyor. Halil iskeleden denize bakarak bir sigara daha yakıyor. Zaten filmdeki tüm iskeleler sigara eşliğinde uzaklara bakmak için inşa edilmiş, herhangi bir yüzen nesnenin yanaştığı görülmüyor.
Film içine çekmeye başlıyor, her geçen saniyede 2011'den geriye sayıyorum yavaş yavaş. Sürekli ud çalan kadim dostun gazı ve Meral’in hisli mektubu sayesinde Halil kırıyor inadını ve çetrefilli bir aşk başlıyor. Kah birlikte oluyorlar sandal sefaları falan, kah ağlamalı bir şekilde ayrılıyorlar depresyon falan. Ama GPS'li bedenler hangi kuytu korulukta, hangi ücra iskelede sigara içerse içsin, buluyor birbirini ve tekrar barışıyorlar.
Bu arada, Halil gittiği her yere götürüyor çerçeveli koca resmi ve hep resimle birlikte duygulanıyor ud sesinde. Arkadaşının kendi sesinden çok udunun sesini duyuyoruz filmde, ki bu daha fena çekiyor bizi hikayeye.
Fakirlik tribine giren Halil tam evlenmeye karar vermişlerken, son bir kez yağmur altında ayrılıyor sevdiğinden. Tüm ayrılmalar yağmur altında oluyor, ayrılmak yetmiyormuş gibi bir de dize kadar çamurun içinde, ipsiz sapsız bir yerde donlarına kadar ıslanıyorlar. Böyle olunca insanın daha bir ağlayası geliyor. 



Uyuyan sevgilimin elini usulca tutuyorum tekrar bu sefer uyandırmaya korkarak, nazikçe. Halil resme bakıp sigara içiyor, ben uyuyan sevgilime bakıp sakız çiğniyorum. Halil kadar havalı değilim ama o an aynı şeyi düşünüyorum, aynı duygu yoğunluğunu yaşıyorum. Film tamamen ele geçiriyor beni, geri sayım, çekim yılında sabitleniyor filmin. Yavaşça saçlarını okşuyorum sevdiğimin.
Halil evleneceğinin haberini alıyor Meral’in. Meral kızmıştı çünkü Halil’in, havai sosyete kızı muamelesinden ve hırslı kötü aşığın evlenme teklifini kabul etmişti. Burada bu hırslı kötü aşıktan bahsetmeliyim, zat-ı muhterem varlıklı bir aileden gelmekte ve Meral ile ilgilenmektedir. Meral’in Halil’i sevdiğini öğrendiğinde hırsı tavan yapmış, Halil’i kötüleyebilmek için her türlü itliği mübah görmüş bir insandır. Arabası vardır ve bir sahnede kopuk arkadaşlarına Halil’in ağzını burnunu kırdırmıştır. Çok şükür bizim hırslı kötü aşığımız yok. Allah düşmanımın başına vermesin.
Son olarak, Meral’in evleneceğini duyduğu için aşkı daha da sapık bir hal alan Halil resmin yanına birde gelinlikli bir cansız manken almış bu garip üçlü sandal sefasına çıkmıştır -Halil kürek çekerken bile sigara içebilen duygu yoğunluğunda bir aşıktır-  Meral düğünden kaçar ve yine aşkı sayesinde teknolojisiz ortamda Halil’i en saçma yerde bulur, sandala atlar, alışkın olduğu için resmi ve cansız mankeni yadırgamaz, hepsini sırasıyla suya atar. Artık vakit kavuşmak vaktidir. Bu çiftin, gençlerin ve çocukların ahlaki gelişimini olumsuz yönde etkileyebilecek bir şeyler yapacağını anlayan kamera uzak plana geçer. O sırada hırslı kötü aşığı görürüz. O da sanırım aşkı sayesinde bulmuştur aşıkları, bir süre uzaktan izler. Genç olduğu için ahlakı bozulur, fizikseli değişir, kaşı gözü oynamaya başlar. Günümüzün aksine o zamanlar arabalarda, tatsız anlaşmazlıklara karşı vites kolunun yanında, levye yerine dürbünlü uzun namlulu bir tüfek yer almaktadır. Tüfeği çektiği gibi mertliğini bozar ve mozaikli şeylerin yapıldığı sandala verir kurşunu..
Uzaktan izleyen udi arkadaş hemen kabullenir öldüklerini ve sağlık birimlerine haber vermek yerine ağıt yakar. İzleyenler olarak bizde matemine eşlik ederiz. Ve bu naftalin kokulu aşk, birden daha tanıdık, daha sıcak, daha bizden bir hikaye oluverir.


Kucağımda uyumakta olan sevgilim nazikçe ve duygu dolu sevildiğini fark edince anlar erkeğindeki değişimi. Filmi onun tavsiye etmesine ve yarısında uyumasına bakılarak amaçlı bir eylemin başarılı bir sonucu olduğu varsayılabilir.
Hikayemiz sevgilinin kucakta yatağa taşınması ve usulca verilen buselerle uykuya teslim edilmesiyle son bulur. Bir süre uyurken masumiyeti ve saf güzelliği izlenir, şanslı erkek olgusu göğsünü kabartır erkeğin. 


anorak


Kadın erkek ilişkilerindeki en büyük günahlardan birini işlemiştim o gün. Sevgilimin favori mağazalarından birine onun için alışveriş yapma maksadıyla girmiş, onun beğendiği bir şey bulamamasını hiçe sayarak kendime bir değil tam iki parça kıyafet almıştım.

Her şey masum bir gezintiyle başlamıştı. Soğuktan üşümüştük, ısınmak ve yeni çıktığı iş görüşmesinin detaylarını konuşmak için alışveriş merkezine girmiştik. Normalde AVM leri sevmeyen ve zorunlu olmadıkça kapısından içeri girmeyen biri olarak, sevgilime büyük bir jest yaptığımı düşünmüştüm.

Önce biraz dolaştık birkaç mağazaya girdik, gördüğümüz hiçbir ürün sevgilimin alışveriş arzusunu karşılayacak ölçüde değildi. Yetersiz ürünlerle dolu mağazalara girip çıktıkça sevgilimin umudu tükeniyor, bense hazır böyle destekçi bir sevgiliye bürünmüşken tüm mağazalara girmesi için onu delicesine teşvik ediyordum.

Zevklerimizin kesişim kümesi çok küçük bir alanı kapsadığından, gösterdiğim kıyafetleri ‘ığk!’, ‘bu ne be!’, ‘yok artık!!’, ‘Come on!!’ gibi dobra tepkilerle reddediyordu sevdiğim. Sonra her alışveriş sevgilisinin yapacağı gibi onu rahat bırakıp, bir köşeye erkekler sıkılmasın diye konmuş göstermelik erkek reyonunda dolaşmaya başladım.

Yapacak çok bir şey olmadığından askıda asılı ve adının sonradan anorak olduğunu öğrendiğim bir monta rastladım. O kadar çok çıstaklı mağaza müziği dinlemiştim ki, müziğin verdiği ritimle bilinçsizce ve yavaş hareketlerle monta uzandım, askıdan çıkardım ve giydim. Sonra birden etraf değişti, sanki mağaza çok eğlenceli bir yer gibi geldi, çiçekler açtı, kelebekler uçuştu, çocuklar el ele tutuşup şarkılar söyledi. Aynanın karşısındaki adamı tanıyamıyordum türlü çeşit garip hareketler yapıyordum. Bir sağa dönüp sağ profilden bakış atıyordum bir sol profilden, ellerimi kah cebime sokuyordum kah başparmağım dışarıda kalacak şekilde düğmelerin arasına. Artizlik diz boyunu aşmıştı bende ve ben yıllarca kaçmama rağmen alışverişin büyüsüne kaptırmıştım kendimi. Çılgınlar gibi yeni alacağım anorak’ı kesiyordum.

O sıra düzgün bir şey bulamayan sevgilim sinirli adımlarla yanıma gelip benim o maymun halimi gördü. İhtiyacım olan gazı vermeye başladı. Onunla tanıştıktan sonra bireysel beğenimi yitirmiştim,   onun zevkine başvurmadan bir şey alamıyordum çünkü.

Bana göre hala mont olan anorak, acaba kazakla şişirilmiş bedene uyabilecek miydi? Bunun da anlaşılması gerekiyordu. Rastgele bir kazak alarak üzerime geçirdim amacım sadece beden testiydi. Kahretsin! O da yakışmıştı ve alınmalıydı. Alışveriş çılgınlığı bir bağımlılık gibi artık tüm bedenimdeydi. Geri dönüşü olmayan bir yola girmiştim ve kendimi kontrol edemiyordum. Her ne kadar sevgilime de bir şeyler alıp durumu eşitlemeye çalışsam da başaramamıştım. Bu büyük günahı işlemiştim. İlişki tarihi derinden etkilenmişti bir kadın ve erkek bir mağazaya girmiş, kadın alacak bir şey bulamamış, erkek almıştı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Sevgilim beklediğimden olgun karşılamıştı durumu sadece ‘bana diye girdik sana bir şeyler aldık hahayt’ diyerek, ufak bir sitem cümlesiyle kapatmıştı konuyu. Ama bir gerginlik vardı ve sezebiliyordum. Bu gerginliği ancak günün sonunda girdiğimiz bir mağazadan ona bir çizme alarak giderebilecektik. Dahası çizme ona gerçekten çok yakışacaktı. 




26 Ekim 2011 Çarşamba


Duru bir güzeldi Eskişehir.
İçten, huzur veren bir ses,
Ferah bir nefes,
Şefkatli bir anne kucağı,
Güvenli bir baba ocağı,
Saçlarında saf beyaz kar,
Bozkır gibi zor,
Kalbinde yumuşak, nazlı bir nehir,
Eşsiz, samimi bir dosttu Eskişehir.



Derindi İstanbul tehlikeliydi.
Kaybolmaktan korkardın içinde,
Bitmezdi sırrı gizemi.
Yenisi açılırdı her kapıdan geçtikçe,
Öğrendikçe öğrenilen,
Gördükçe görülen,
Güzelliği hiç bitmeyen,
Tarihiyle asil,
Hoşgörüsüyle davetkar,
Her adımda büyük,
Her adımda hayran bırakan,
Benzersiz, büyülü bir şehirdi İstanbul.



Önce şehirlere aşık oldum
Sonra sana sevgili,
Senin gözlerin İstanbul
Kalbin Eskişehir’di


21 Ekim 2011 Cuma

''nasıl oluyorsa bu ülkede kimse bir şeyinin sahibi değil. vatanı her an bölünebilir, dini her an elden gidebilir, namusu her an kirlenebilir. tetikte yaşamak lazım, savunmak lazım. 'mahalle baskısı' deyip kardeşini öldürebiliyorsa, beyninin de sahibi değil, öz oğluna silah çekebiliyorsa yüreğinin de sahibi değil, yeterli uyaran bulduğunda tecavüz edebildiğine göre hiçbir organının sahibi değil. kim bilir kaçıncı kez aynı şeyi söyledi bir erkek müsveddesi geçen hafta: ''eteği kısaydı.'' ''

- Pınar Öğünç
iyi gazeteci, vicdanlı gazeteci

12 Ekim 2011 Çarşamba

11 Ekim 2011 Salı

oktoberfest

çok çabaladık ama olmadı galiba tıs tıs



birası biten bira festivalinden hepinize tıhtıhtıh eyi günler.



peki

“You may not be her first, her last, or her only. She loved before she may love again. But if she loves you now, what else matters? She’s not perfect - you aren’t either, and the two of you may never be perfect together but if she can make you laugh, cause you to think twice, and admit to being human and making mistakes, hold onto her and give her the most you can. She may not be thinking about you every second of the day, but she will give you a part of her that she knows you can break - her heart. So don’t hurt her, don’t change her, don’t analyze and don’t expect more than she can give. Smile when she makes you happy, let her know when she makes you mad, and miss her when she’s not there.”
- Bob Marley

6 Ekim 2011 Perşembe

Lan!


bundan istemekteyim.


bizim büyük çaresizliğimiz


çok tatlı bi film yapmış Seyfi Teoman. öyle tatlı olmuş ki koşarak gidip aldığım Barış Bıçakçı romanı tamamen hayal kırıklığı yarattı bende. normalde okuduğum kitapların filmlerini izlemekten hiç hoşlanmam, aynı tadı alamamaktan yakınırım ancak bu öyle bi filmdi ki, kosmos bilir kitabı nasıldır diye büyük bi heyecana kapılmıştım. sanırım en büyük sıkıntım, filmdeki muhteşem Ankara havasını-manzarasını-evini-sokağını-insanını kitapta bulamamış olmamdı. neyse bu post Ankara seven bi avuç insan için gelsin...




5 Ekim 2011 Çarşamba


i've done time in isolation, silence is a king to me
and in this kingdom only strangers remind me how i used to be



4 Ekim 2011 Salı

gülben sultan

“Celis-i halvetim, varım, habibim mah-ı tabanım, Enisim, mahremim, varım, güzeller şahı sultanım, Hayatım hasılım,ömrüm, şarab-ı kevserim, adnim, Baharım, behçetim, rüzum, nigarım verd-i handanım, Neşatım, işretim, bezmim, çerağım, neyyirim, şem’im, Turuncu u nar u narencim, benim şem’-i şebistanım” diye anlatmış Kanuni Sultan Süleyman Hürrem’ini.vay ananski..


ayrıca en güzel hürrem gülben ergen'dir. nokta.

28 Eylül 2011 Çarşamba

ev halleri

tey teey... kış ayları, wimax projesinin en can sıkıcı zamanları, koca salondaki iki parça kanepemiz, bi ayağı kırık tv sehpamız, parçaları her bi yana saçılmış 3 adet 1000 parçalık puzzle, yeni eve ilk dost ziyareti ve özlem..








yine gelin lan



22 Eylül 2011 Perşembe

but i, being poor, have only my dreams;
i have spread my dreams under your feet;
tread softly because you tread on my dreams.
 
 

keder


18 Eylül 2011 Pazar

the fall

 

"O kadar zor oldu ki… Meğer ben hep kederlenmek için dinliyormuşum. Meğer hatırlamak ne kadar acıymış. Her şey ne kadar çabuk eskimiş, tarih olmuş. Bu şarkılar zihnimin içinde nasıl yan yana durabiliyor ben de şaşırdım. İşin ilginç yanı bunlar buzdağının görünen kısmı. Belki de bugün, bu saat oturup düşündüğüm için bunlar geldi aklıma. Her biri hayatımın bir döneminde dinleyip efkârlandığım şarkılar. Tuhaf bir şey fark ettim bu şarkıları yeniden dinlerken; onları ilk dinlediğim zamanlarda nedensiz hüzünlenirdim, şimdiyse hepsine karşılık gelen gerçek acılardan yeterince mevcut. Artık bu parçaları kendi tarihimden bağımsız dinleyemiyorum. Bir yanıyla güzel bir duygu: şarkıyla hayatın böylesine kaynaşmış olması. Bir yanıyla da hüzünlü. Evet kederli. Şarkıda söylendiği gibi: her nesnenin bir bitimi var… Uzun söze gerek yok. Biz de gelip geçerken onları dinledik."

Murat Gülsoy

16 Eylül 2011 Cuma

a ay!

my mother groaned, my father wept,
into the dangerous world i leapt;
helpless, naked, piping loud,
like a fiend hid in a cloud.

struggling in my father's hands,
striving against my swaddling bands,
bound and weary, i thought best
to sulk upon my mother's breast.


15 Eylül 2011 Perşembe

mmmıh


aynen böyle hissediyorum kendimi. kekremsi. aksi. nalet.. ne pis şeysin sen gribal enfeksiyon =/

bir doğu ekspresi hikayesi

Hava sıcaktı.

Kompartıman güneşten yayılan tüm ısıyı içine çekmiş gibiydi, üçerli dizilmiş altı koltuk yükünü almış, ziyaretçileri zaten sıcak olan ufacık odacığı nefes alınamaz hale getirmişti.

İzlemek zorunda olduğum bir amca, bir yandan sıcaktan şikayet ediyor bir yandan da sallanmakta olan trene rağmen hedefi tutturup gözlüğünün camlarını silmeye çalışıyordu. Ona göre yine bu iyiydi eskiden bu yol tam bir gün sürüyordu.

Cam açılmıyordu. Kapıyı açıp koridordaki sıcaklığı da davet etmiştik. Amcanın yanına konuşlanmış şişmanca teyze belli ki sıkışmış, homurdanarak sağa sola kıvrılıp az olan yerini çoğaltmaya çalışıyordu. Gençten bir çocuk hala camı zorluyordu, uyuyabilenler uyumuştu.

Sadece biri sessizdi altılı insan kalabalığında. Cam kenarına oturmuş, bacaklarını göğsüne kadar çekmiş, hayran hayran film şeridi gibi akan dışarıyı izliyordu. Kavruk tenli, sıska ama çevikti, kaşları gür fakat bıyığı henüz terlememişti. Sessizdi, ilk görüşte fark edilemezdi, dikkatle incelemedikçe sorana bir eşgal verilemezdi. O trende ya da hayatta köşeye sıkışmış, öyle bir çocuktu işte. 

Koridora çıktı, sigara yaktı. Biraz meraktan biraz nikotin krizinden yanına gittim. Sordum fazla sigarası var mıydı? Vardı tabii ki, olmaz mıydı? Sigaramı yaktı, yine gözlerini dışarıya kaçırdı. Nedense onun için bir başka değerliydi dışarısı. 

Açmaya çalıştıkça kapanan bir kapıydı, ısrarla zorladım. 
Önce başlangıç sorusuyla başladım nereye gidiyordu? Bir tren yolcusu için çok da yaratıcı sayılmazdı sorum ama bir yerden başlamalıydım. Cevap Ankara'ydı. Okuyor muydu yoksa çalışıyor muydu? Önce cevaplamadı, bir süre sessiz kaldı. Sonra “ikisi de yok abi” diyebildi. Ankara'ya ne için gittiğini sorduğumda, ilk sigaraları bitirmiş izmaritlerini açık camdan fırlatmıştık. 

İkinci sigarayı teklif etti ve üsteledi. Yaktım. Tekrar dışarıya bakarken, uzun süredir dışarıdan uzakta olduğunu anlattı, şu an camdan izlediği her şeyi tam sekiz yıldır görmemişti. 
Söylemeye utandığı  şeyi bir çırpıda söyleyiverdi: cezaevi çıkış kağıdını almaya gidiyordu Ankara'ya.

Hava sıcaktı. 

Kader onu arkadaşlarıyla oynarken çağırmıştı. Tam on üç yaşındaydı ve ailesi için, şerefleri için, biçilmiş kaftandı. Koşarak gitmişti abisinin yanına, ne zaman çağırsa koşardı. Gergindi abisi, kaşları çatıktı. Önemli bir görevi olduğundan bahsediyordu, artık çocuk değildi ve bunu başaracağına güveniyordu abisi.
Eline kovboy filmlerinde gördüğü silahlardan birini vermişti ve hayır kesinlikle oyuncak değildi. Çok tanıyamadığı babasını vuran adam hapisten çıkmıştı ve babasının kanı yerde kalmamalıydı. 

Abisiyle birlikte takip etti şereflerini kirleten onları öksüz bırakan adamı. Çeşmede durmuş serinlemeye dalmıştı. Abisi işareti verdi, bu en doğru zamandı. 


Hava sıcaktı. 

Elindeki silah elinden kayıyordu, elleri terliyor taşımakta zorlanıyordu. Aslında hiç istemiyordu yapacağı şeyi yapmayı ama babasının kanı hala yerde, orada çeşmenin başındaydı. Korkuyordu fakat bunu belli etmiyordu. Ayakları yaklaşmak istemediği hedefe her saniye yaklaşıyordu ve artık saniyeler eski saniyeler gibi hızlı geçmiyordu. Sanki zaman yavaşlamıştı, ağır çekimde gidiyordu sabık mahkuma doğru küçük cellat. Sanırım yeterince yaklaşmıştı. Sanıyordu çünkü bilmiyordu onu öldürmeye yetecek mesafenin aslını. Son bir kez dönüp baktı azmettiricisine, gözleri gururla dolu kahramanını izliyordu abisi. Cesaret aldı, silahı kaldırdı, namluyu doğrulttu gözünü kapattı ve iki yırtıcı ses art arda kulaklarını deldi geçti.

Hayalleri aldığı iki darbe ile yere devrilmişti. Silah seslerini duyan çocukluğu kaçmıştı.
Kanlısı vurulmadan önce dönüp bakmıştı, yöreyi de, töreyi de biliyordu. Kaçmak için yeltenmemişti bile, öylece gözlerini gözlerine dikmiş beklemişti sonunu. Sadece yapma diyebilmişti. Tek bir kelimeyle özetlemişti aslında cezasını çektiğini, yapacağı şeyin çare olmadığını, sadece kendini mahvedeceğini ve bunun ölülere bir yararı olmadığını. Özetlemişti çünkü ondan önce kendisi yaşamıştı ve şimdi tek kelimeyle anlatabildiği şeyleri biriktirebilmesi 10 yılını almıştı.

Harbi delikanlı adamdı!

Kurbanı ile ilgili söyleyebildiği tek şey buydu. Onu tanımıyordu, adı Abdullah mı neydi, sadece babasını vurduğunu biliyordu. Onu orda yüzüne bakıp, silahına bile davranmadan sadece sonunu beklerken, tetiğe basmadan önceki bu kısacık zamanda tanımıştı. Ama Allah var ne yalvarmıştı, ne kaçmıştı o yüzden yürekli, delikanlı adamdı.
Adamın ölmeden önce söylediği son şeyi şimdi anlıyordu ve onun da anlaması sekiz yıl sürmüştü. Sekiz sürgünlerle geçen yıl. Sekiz vücudunda çıkan ilk kılı cezaevinde verdikleri jiletle kestiği yıl. Sekiz kapalı duvarlar arasında ergenlik geçirmek zorunda kaldığı yıl. Sekiz matematik, fen öğrenmesi gerekirken eline geçen nesnelerden silah yapmayı öğrendiği yıl.
Bir traş bıçağı alınıp içinden jileti çıkarılır, sobanın üzerinde eritilerek kalıp haline getirilmiş sabuna dökülüp soğumaya bırakılır. Sonra jileti çıkarılmış traş bıçağının plastik sapına takılır. Kendinizi koruyacağınız ya da hasmınızı yaralayacağınız bıçağınız hazırdır.
Koridorda keskin bir sidik kokusu, ter ve kompartımanlardan yükselen ayak kokusuna karışmıştı. Pencereden içeri girmeye çalışan az miktarda taze havayı üç kişi paylaşıyorduk. Arkamızdan, hafif topluca, temiz yüzlü, yanakları al bir çocuk dar koridorda bacaklarımıza sürtünerek geçti. “Dikkat et abi cepçi bu çocuk” dedi. Takım elbiseli bir adam ateş istedi, yok dedi. “İbne abi bu o yüzden vermedim” dedi. Müzik dinleyip etrafı izleyen bir üniversite öğrencisine “torbacı” dedi. Cezaevindeki herkes suçluydu ve ona göre trende bile hala oradaydı. Gerçek şu ki, genç olduğu son sekiz yılda suç işlememiş insan tanımamıştı.
Sekiz yılda altı cezaevi değiştirmişti. Her gittiği yerde koğuşların ağaları tarafından ezilmek istenmiş, kimisi ırzına geçmek istemiş, kimi tuvalette pisliğini temizletmek istemiş, hiçbir yerde kendini ezdirmemişti. “Abi ya onlar vuracaktı bana ya ben onlara vuracaktım ben vurdum sürüldüm” dedi. Gardiyanlardan olsun sübyan koğuşundaki diğer çocuklardan olsun yediği dayakları hatırlayamıyordu, fakat artık geceleri uyuyamıyordu. “Gece uyursan ölürsün abi, gece kendini savunacaksın gündüz uyuyacaksın” dedi. “Tuvalete yalnız gitmeyeceksin emanetin hep yanında olacak” dedi. “Hasmın karşıdan sana doğru geliyorsa ve eli arkasındaysa, bil ki emaneti elindedir, o seni şişlemeden sen onu şişleyeceksin” dedi.
Dehşete düşmüştüm. O anlattıkça kendi rahat hayatımı düşünüyor anlattıkları karşısında eziliyordum. Onun hapse girdiği yıl ben yazılıdan düşük not aldığım için kahrolmuştum. Onun dayak yediği günlerde ben şımarıklığım sonucu annemin attığı güdümlü terliklerden kaçıyordum. Onun cezaevi avlusunda hasımlarını gözleyerek volta attığı günlerde, ben kan ter içinde bir topun peşinden koşuyordum. Onun uyuyamadığı tüm gecelerde ben uyuyordum.
Hiç rahat etmedin mi diye sordum “ettim abi” dedi. On sekizine basınca ıslahevinden normal cezaevine alınmış. “Büyükler koğuşunda herkes çekeceği cezaya bakar abi” dedi. “Kimse kimseye istemedikçe bulaşmaz, oradakiler mazlumu korur” dedi. Çocukların masum, büyüklerin daha saldırgan olduğu dışarısıyla tezattı demek ki içerisi. Islah olması gereken sübyanlar büyüklerden çok dehşet saçıyordu içeride belli ki.
Gözleri uzaklara daldı. “Aileni mi düşünüyorsun” diye sordum “benim ailem yok abi” dedi. Artık yok.

İçeri düştükten sonra ilk zamanlar birkaç defa yazmışlar sonra kesmişler arayıp sormayı. “Çocuksun abi geceleri anneni istersin yanında kimse olmaz, düştüğünde nazlanacağın biri olmaz tek dayanağın mektuplardır” dedi. “Ben onlar için içeri girdim onlar benden iki kelamı esirgediler” dedi. Sadece para göndermişler ki özlemi, istekleri, hissettikleri için çok ucuz bir bedeldi ona göre. Ağabeyi haber göndermiş çıkınca gel yanımıza diye. Gitmem aramasınlar boşuna diye cevaplamış haberi. “Kanlılarından mı korkuyorsun?” dedim “yok abi olacağı varsa gelir bulurlar ben onların yüzünü görmek istemiyorum” dedi.

Gözleri daldı tekrar.

Gardiyanlardan biri bir mektup getirmiş bir gün. Vermişler eline, kimden diye sormuş kadınlar koğuşundaki bir başka hükümlüden demişler. İçini açmış, kendini anlatan kısa bir not ve fotoğrafını iliştirmiş karşıdaki kişi. Sıcakmış sözleri, gözlerini bir görsen ateş gibiymiş, hele yüzü çok güzelmiş. Hemen cevap yazmış heyecanla her gelen mektupla daha da tutulmuş, aşık olmuş. Onun için hayat artık cebindeki o fotoğraf olmuş. Geçirdiği tüm kötü günlerde, sürüldüğü her yerde yazılı birkaç kelime destekçisi olmuş.
Daldığı her yerde artık gözleri onu görür olmuş.  
“Bundan sonra ne yapacaksın?” dedim, hüzünlendi. Hayatı ellerinden kayıp gitmişti. “Artık bu yolun yolcusuyuz abi, bize kimse iş vermez, cezaevinde tanıştığım ağabeylerin yanında bir işe girerim bir iki yıl sonra da ya geri içeri girerim ya da ölür giderim” diyordu. Söz söyleyemedim. İşlerini hallettikten sonra görüşe gidecek, sevgilisinin de üç ayı kalmış çıkınca evlenecekler. Bir tek buna sevinebildim.
Tren salına salına dağların arasından süzülüyordu, yaşlı amca kafasını geriye yaslamış horlayarak uyuyordu, kitap okuyan bir genç dışında, diğerleri de uyumuştu ama kimse uykunun tadını amca kadar çıkaramıyordu.
Derin bir sessizlik oldu sanırım hikayesini anlatmış rahatlamıştı, isyan etmiş zehrini akıtmıştı. Dışarı tekrar baktı nazlı nazlı akan bir nehir ve etrafındaki yeşil ağaçları gördü, bir çoban koyunlarını otlatıyordu, nehrin kenarında çocuklar eğleniyordu. Gülümsedi. Bana döndü ve -ee abi sen ne yapıyorsun?- dedi.
Ben o sıra, başıma gelen basit şeylere üzülüyordum. Sahip olduklarıma inat şımarıyordum. Gördüğüm güzelliklerden sıkılıyordum. Yeterince rahat uyuyamadığım için eski yatağımı bir yenisiyle değiştiriyordum. Dışarıda onlarca lokanta arasında yiyecek doğru düzgün bir şey bulamıyordum. Eğer tam olarak o an ne yaptığımı sorarsanız bunları düşünüp, onun yaşadıkları karşısında utanıyordum.
Döndüm “okuyorum” dedim, “başka?” dedi “hiç..” dedim. Çünkü onun yaşadıkları karşısında benimkiler hiçti.

Trenin düdüğü çalmış, kondüktör elimdeki biletle gidebileceğim son istasyona geldiğimi söylüyordu.
Çantamı aldım, yol arkadaşımla vedalaşacağım sırada elimi uzattım fakat hitap edemedim. Hayat hikayesini, acılarını, aşkını dinlediğim çocuğun henüz adını bilmiyordum. Mahcup bir şekilde, dalgaya vurarak ismini sordum.

İsmi Ömer’di.