Hava sıcaktı.
Kompartıman güneşten yayılan tüm ısıyı içine çekmiş
gibiydi, üçerli dizilmiş altı koltuk yükünü almış, ziyaretçileri zaten sıcak
olan ufacık odacığı nefes alınamaz hale getirmişti.
İzlemek zorunda olduğum bir amca, bir yandan sıcaktan şikayet
ediyor bir yandan da sallanmakta olan trene rağmen hedefi tutturup gözlüğünün
camlarını silmeye çalışıyordu. Ona göre yine bu iyiydi eskiden bu yol tam bir
gün sürüyordu.
Cam açılmıyordu. Kapıyı açıp koridordaki sıcaklığı da
davet etmiştik. Amcanın yanına konuşlanmış şişmanca teyze belli ki sıkışmış,
homurdanarak sağa sola kıvrılıp az olan yerini çoğaltmaya çalışıyordu. Gençten
bir çocuk hala camı zorluyordu, uyuyabilenler uyumuştu.
Sadece biri sessizdi altılı insan kalabalığında. Cam
kenarına oturmuş, bacaklarını göğsüne kadar çekmiş, hayran hayran film şeridi
gibi akan dışarıyı izliyordu. Kavruk tenli, sıska ama çevikti, kaşları gür
fakat bıyığı henüz terlememişti. Sessizdi, ilk görüşte fark edilemezdi,
dikkatle incelemedikçe sorana bir eşgal verilemezdi. O trende ya da hayatta
köşeye sıkışmış, öyle bir çocuktu işte.
Koridora çıktı, sigara yaktı. Biraz meraktan biraz
nikotin krizinden yanına gittim. Sordum fazla sigarası var mıydı? Vardı tabii
ki, olmaz mıydı? Sigaramı yaktı, yine gözlerini dışarıya kaçırdı. Nedense onun
için bir başka değerliydi dışarısı.
Açmaya çalıştıkça kapanan bir kapıydı, ısrarla
zorladım.
Önce başlangıç sorusuyla başladım nereye gidiyordu? Bir
tren yolcusu için çok da yaratıcı sayılmazdı sorum ama bir yerden başlamalıydım.
Cevap Ankara'ydı. Okuyor muydu yoksa çalışıyor muydu? Önce cevaplamadı, bir
süre sessiz kaldı. Sonra “ikisi de yok abi” diyebildi. Ankara'ya ne için
gittiğini sorduğumda, ilk sigaraları bitirmiş izmaritlerini açık camdan fırlatmıştık.
İkinci sigarayı teklif etti ve üsteledi. Yaktım.
Tekrar dışarıya bakarken, uzun süredir dışarıdan uzakta olduğunu anlattı, şu an
camdan izlediği her şeyi tam sekiz yıldır görmemişti.
Söylemeye utandığı şeyi bir çırpıda söyleyiverdi:
cezaevi çıkış kağıdını almaya gidiyordu Ankara'ya.
Hava sıcaktı.
Kader onu arkadaşlarıyla oynarken çağırmıştı. Tam on
üç yaşındaydı ve ailesi için, şerefleri için, biçilmiş kaftandı. Koşarak
gitmişti abisinin yanına, ne zaman çağırsa koşardı. Gergindi abisi, kaşları
çatıktı. Önemli bir görevi olduğundan bahsediyordu, artık çocuk değildi ve bunu
başaracağına güveniyordu abisi.
Eline kovboy filmlerinde gördüğü silahlardan birini
vermişti ve hayır kesinlikle oyuncak değildi. Çok tanıyamadığı babasını vuran
adam hapisten çıkmıştı ve babasının kanı yerde kalmamalıydı.
Abisiyle birlikte takip etti şereflerini kirleten
onları öksüz bırakan adamı. Çeşmede durmuş serinlemeye dalmıştı. Abisi işareti
verdi, bu en doğru zamandı.
Hava sıcaktı.
Elindeki silah elinden kayıyordu, elleri terliyor
taşımakta zorlanıyordu. Aslında hiç istemiyordu yapacağı şeyi yapmayı ama babasının
kanı hala yerde, orada çeşmenin başındaydı. Korkuyordu fakat bunu belli
etmiyordu. Ayakları yaklaşmak istemediği hedefe her saniye yaklaşıyordu ve
artık saniyeler eski saniyeler gibi hızlı geçmiyordu. Sanki zaman yavaşlamıştı,
ağır çekimde gidiyordu sabık mahkuma doğru küçük cellat. Sanırım yeterince
yaklaşmıştı. Sanıyordu çünkü bilmiyordu onu öldürmeye yetecek mesafenin aslını.
Son bir kez dönüp baktı azmettiricisine, gözleri gururla dolu kahramanını
izliyordu abisi. Cesaret aldı, silahı kaldırdı, namluyu doğrulttu gözünü
kapattı ve iki yırtıcı ses art arda kulaklarını deldi geçti.
Hayalleri aldığı iki
darbe ile yere devrilmişti. Silah seslerini duyan çocukluğu kaçmıştı.
Kanlısı vurulmadan önce
dönüp bakmıştı, yöreyi de, töreyi de biliyordu. Kaçmak için yeltenmemişti bile,
öylece gözlerini gözlerine dikmiş beklemişti sonunu. Sadece yapma diyebilmişti.
Tek bir kelimeyle özetlemişti aslında cezasını çektiğini, yapacağı şeyin çare
olmadığını, sadece kendini mahvedeceğini ve bunun ölülere bir yararı
olmadığını. Özetlemişti çünkü ondan önce kendisi yaşamıştı ve şimdi tek
kelimeyle anlatabildiği şeyleri biriktirebilmesi 10 yılını almıştı.
Harbi delikanlı adamdı!
Kurbanı ile ilgili
söyleyebildiği tek şey buydu. Onu tanımıyordu, adı Abdullah mı neydi, sadece
babasını vurduğunu biliyordu. Onu orda yüzüne bakıp, silahına bile davranmadan
sadece sonunu beklerken, tetiğe basmadan önceki bu kısacık zamanda tanımıştı.
Ama Allah var ne yalvarmıştı, ne kaçmıştı o yüzden yürekli, delikanlı adamdı.
Adamın ölmeden önce
söylediği son şeyi şimdi anlıyordu ve onun da anlaması sekiz yıl sürmüştü.
Sekiz sürgünlerle geçen yıl. Sekiz vücudunda çıkan ilk kılı cezaevinde
verdikleri jiletle kestiği yıl. Sekiz kapalı duvarlar arasında ergenlik
geçirmek zorunda kaldığı yıl. Sekiz matematik, fen öğrenmesi gerekirken eline
geçen nesnelerden silah yapmayı öğrendiği yıl.
Bir traş bıçağı alınıp
içinden jileti çıkarılır, sobanın üzerinde eritilerek kalıp haline getirilmiş
sabuna dökülüp soğumaya bırakılır. Sonra jileti çıkarılmış traş bıçağının
plastik sapına takılır. Kendinizi koruyacağınız ya da hasmınızı yaralayacağınız
bıçağınız hazırdır.
Koridorda keskin bir
sidik kokusu, ter ve kompartımanlardan yükselen ayak kokusuna karışmıştı.
Pencereden içeri girmeye çalışan az miktarda taze havayı üç kişi paylaşıyorduk.
Arkamızdan, hafif topluca, temiz yüzlü, yanakları al bir çocuk dar koridorda
bacaklarımıza sürtünerek geçti. “Dikkat et abi cepçi bu çocuk” dedi. Takım
elbiseli bir adam ateş istedi, yok dedi. “İbne abi bu o yüzden vermedim” dedi.
Müzik dinleyip etrafı izleyen bir üniversite öğrencisine “torbacı” dedi.
Cezaevindeki herkes suçluydu ve ona göre trende bile hala oradaydı. Gerçek şu
ki, genç olduğu son sekiz yılda suç işlememiş insan tanımamıştı.
Sekiz yılda altı cezaevi
değiştirmişti. Her gittiği yerde koğuşların ağaları tarafından ezilmek istenmiş,
kimisi ırzına geçmek istemiş, kimi tuvalette pisliğini temizletmek istemiş, hiçbir
yerde kendini ezdirmemişti. “Abi ya onlar vuracaktı bana ya ben onlara
vuracaktım ben vurdum sürüldüm” dedi. Gardiyanlardan olsun sübyan koğuşundaki
diğer çocuklardan olsun yediği dayakları hatırlayamıyordu, fakat artık geceleri
uyuyamıyordu. “Gece uyursan ölürsün abi, gece kendini savunacaksın gündüz
uyuyacaksın” dedi. “Tuvalete yalnız gitmeyeceksin emanetin hep yanında olacak”
dedi. “Hasmın karşıdan sana doğru geliyorsa ve eli arkasındaysa, bil ki emaneti
elindedir, o seni şişlemeden sen onu şişleyeceksin” dedi.
Dehşete düşmüştüm. O
anlattıkça kendi rahat hayatımı düşünüyor anlattıkları karşısında eziliyordum.
Onun hapse girdiği yıl ben yazılıdan düşük not aldığım için kahrolmuştum. Onun
dayak yediği günlerde ben şımarıklığım sonucu annemin attığı güdümlü terliklerden
kaçıyordum. Onun cezaevi avlusunda hasımlarını gözleyerek volta attığı
günlerde, ben kan ter içinde bir topun peşinden koşuyordum. Onun uyuyamadığı
tüm gecelerde ben uyuyordum.
Hiç rahat etmedin mi
diye sordum “ettim abi” dedi. On sekizine basınca ıslahevinden normal cezaevine
alınmış. “Büyükler koğuşunda herkes çekeceği cezaya bakar abi” dedi. “Kimse
kimseye istemedikçe bulaşmaz, oradakiler mazlumu korur” dedi. Çocukların masum,
büyüklerin daha saldırgan olduğu dışarısıyla tezattı demek ki içerisi. Islah
olması gereken sübyanlar büyüklerden çok dehşet saçıyordu içeride belli ki.
Gözleri uzaklara daldı. “Aileni
mi düşünüyorsun” diye sordum “benim ailem yok abi” dedi. Artık yok.
İçeri düştükten sonra
ilk zamanlar birkaç defa yazmışlar sonra kesmişler arayıp sormayı. “Çocuksun
abi geceleri anneni istersin yanında kimse olmaz, düştüğünde nazlanacağın biri
olmaz tek dayanağın mektuplardır” dedi. “Ben onlar için içeri girdim onlar
benden iki kelamı esirgediler” dedi. Sadece para göndermişler ki özlemi,
istekleri, hissettikleri için çok ucuz bir bedeldi ona göre. Ağabeyi haber
göndermiş çıkınca gel yanımıza diye. Gitmem aramasınlar boşuna diye cevaplamış
haberi. “Kanlılarından mı korkuyorsun?” dedim “yok abi olacağı varsa gelir
bulurlar ben onların yüzünü görmek istemiyorum” dedi.
Gözleri daldı tekrar.
Gardiyanlardan biri bir
mektup getirmiş bir gün. Vermişler eline, kimden diye sormuş kadınlar
koğuşundaki bir başka hükümlüden demişler. İçini açmış, kendini anlatan kısa bir
not ve fotoğrafını iliştirmiş karşıdaki kişi. Sıcakmış sözleri, gözlerini bir
görsen ateş gibiymiş, hele yüzü çok güzelmiş. Hemen cevap yazmış heyecanla her
gelen mektupla daha da tutulmuş, aşık olmuş. Onun için hayat artık cebindeki o
fotoğraf olmuş. Geçirdiği tüm kötü günlerde, sürüldüğü her yerde yazılı birkaç
kelime destekçisi olmuş.
Daldığı her yerde artık
gözleri onu görür olmuş.
“Bundan sonra ne
yapacaksın?” dedim, hüzünlendi. Hayatı ellerinden kayıp gitmişti. “Artık bu
yolun yolcusuyuz abi, bize kimse iş vermez, cezaevinde tanıştığım ağabeylerin
yanında bir işe girerim bir iki yıl sonra da ya geri içeri girerim ya da ölür
giderim” diyordu. Söz söyleyemedim. İşlerini hallettikten sonra görüşe gidecek,
sevgilisinin de üç ayı kalmış çıkınca evlenecekler. Bir tek buna sevinebildim.
Tren salına salına
dağların arasından süzülüyordu, yaşlı amca kafasını geriye yaslamış horlayarak
uyuyordu, kitap okuyan bir genç dışında, diğerleri de uyumuştu ama kimse
uykunun tadını amca kadar çıkaramıyordu.
Derin bir sessizlik oldu
sanırım hikayesini anlatmış rahatlamıştı, isyan etmiş zehrini akıtmıştı. Dışarı
tekrar baktı nazlı nazlı akan bir nehir ve etrafındaki yeşil ağaçları gördü,
bir çoban koyunlarını otlatıyordu, nehrin kenarında çocuklar eğleniyordu. Gülümsedi.
Bana döndü ve -ee abi sen ne yapıyorsun?- dedi.
Ben o sıra, başıma gelen
basit şeylere üzülüyordum. Sahip olduklarıma inat şımarıyordum. Gördüğüm
güzelliklerden sıkılıyordum. Yeterince rahat uyuyamadığım için eski yatağımı bir
yenisiyle değiştiriyordum. Dışarıda onlarca lokanta arasında yiyecek doğru
düzgün bir şey bulamıyordum. Eğer tam olarak o an ne yaptığımı sorarsanız
bunları düşünüp, onun yaşadıkları karşısında utanıyordum.
Döndüm “okuyorum” dedim,
“başka?” dedi “hiç..” dedim. Çünkü onun yaşadıkları karşısında benimkiler
hiçti.
Trenin düdüğü çalmış,
kondüktör elimdeki biletle gidebileceğim son istasyona geldiğimi söylüyordu.
Çantamı aldım, yol
arkadaşımla vedalaşacağım sırada elimi uzattım fakat hitap edemedim. Hayat
hikayesini, acılarını, aşkını dinlediğim çocuğun henüz adını bilmiyordum.
Mahcup bir şekilde, dalgaya vurarak ismini sordum.
İsmi Ömer’di.