9 Eylül 2012 Pazar

İlk Dokunuş

(ilk büyü'nün ardından)




Ümidim eşsizdi.

Umutsuzlukla geçmiş bilinçli yılların inadına, bilinçsiz bir rüyaya dalmıştım, istekli ama düşünmeden. İlk kez imkansızı düşlemiştim. Hani bilirsin olmayacağını ama düşünmek güzeldir. Hani düşlersin ama olmasından korkarsın… Gerçek düşlerindeki kadar güzel olmayabilir.

Gecelerce düşledim cevapsız iletişimlere rağmen, günlerce elini tuttum ceplerimin içinde gizli gizli kimse görmeden. Aklımda kaldığı kadarıyla saçlarını okşadım, hatırlayabildiğim gözlerine baktım uzun uzun. Hayal gerçek kulağımda kalan birkaç notadan şarkılar türettim. Beceriksizce tekrar tekrar seslendirdim beynimdeki bu sessiz filmi aralara bolca seni seviyorum serpiştirerek.

Gözlerim kapanır kapanmaz buluşuyorduk aklımın kuytularında. Ben oluyordum, o oluyordu bir de benim yarattığım günlük dekorlar. Beynimin içinde birbirimize doğru koşuyorduk, engelsiz. Hayal bu ya hep mutlu sonla bitiyordu hikayemiz. Hep gülüyordu mesela, araya kötü karakterler girmiyordu reklamlardan hemen sonra. Yarıda kalmıyordu hiçbir bölüm sonu, vuslat için beklemiyorduk haftalarca. Biz hep kavuşuyorduk, onun bu kavuşmalardan haberi olmasa da.

Bildiğim tek şey çok istedim onu. İstedim ki, bir gün gelsin tüm düşlerden daha güzel gelsin ellerime. İstedim ki, dudaklarından sevgi sözcükleri süzülsün kulaklarıma. İstedim ki, o da sevsin beni.

Aptal cesareti işte.

Bir yerlerde cevaplanmayan bir telefon ısrarla çalıyordu. Faks makinesinin gürültüsünü ancak yanı başımda bağıran iş arkadaşım susturabiliyordu. Bilgisayarımda birikmiş işlerden ve bu sendromlu pazartesiden, birden çalan zilin sesiyle uzaklaştım. Çalan kapı ziliydi ve bu manzarayı katlanabilir kılabilecek tek kişi az önce kapıdan içeri girmişti. Kaderim ürkek adımlarla yaklaşıyordu. Düşlerim her gün sarıldığı bu yabancıyı selamlıyordu.
Yanıma oturdu, gülümsedi. Bilemezdi aylardır gönlüme misafir olduğunu. O bir arkadaşına gülümsemişti, ben alın yazıma.

O geldiği an düşlerimdeki kadın gitmişti. Her gün görüyordum onu ama artık uyanıkken. Kavuşuyorduk ama hayali çayırlarda değil İETT duraklarında. Uzun uzun konuşuyorduk ama sevgimizden değil farklı hayatlarımızdan, uyuşmayan zevklerimizden.  Benim gözlerim yine ondaydı ama onunkiler hep uzakta bir yerlerde.

Zordu, tahmin ediyordum ama o tahminlerin hep ötesindeydi. Bir şeyi çok isterse insan olur derler ya, sabır her zaman tahammül edemeyebilir inanca. Olumsuzluklara boyun eğebilir bazen umut. Ben sığındım ilkine, koştum peşinden delicesine. Nedenler yarattım onunla vapura binebileyim diye, dua ettim otobüs geç kalsın da onunla on dakika fazla bekleyebileyim diye. O hep gitti sonra ben arkasından baktım. Bana baktığı her an sonsuzluk, gözünü kaçırdığı her an ölümdü. O ilgilenmese de benimle, ilgilendiğim kadın değerdi her şeye. Sabırsızlığımı eğittim, iyimserliğimi biledim. Bekledim.

Uzun suskunluklar arasına birkaç kelimeyi anca sıkıştırabilmiştik yine. Son yudumlarımızı alıp dalmıştık istiklal caddesinin insan seline. Çarpa çarpa yol açmaya çalışırken güruhun içinden koluma girdi birden. İlk defa bu kadar yakındık, düşlerimdeki kadın gülümsüyordu bir yerden. Uyanmaktan korkup sustum bu düşten. 

Konuşamadım sadece yürüdük. Sonra yavaşça düştü eli kolumdan avucuma, tuttum. Sonsuzluk gibi bir an… Bilmiyordum ne düşünüyordu, bilmiyordum mutlu muydu bu durumdan. Hatta belki farkında bile değildi o an. Sadece çok güzeldi. Salt o an için senelerce kurabilirdim aynı düşleri. O ana değerdi her biri.
Bir an kararsız kaldı çekti sertçe elini, belli ki emin değildi. Dağıldı yine tüm büyü.
Masal ülkesinden kovulmuştum yine ama bu kısacık an arsız kılmıştı beni. Hazırdım kapısında beklemeye.
Bekledim günlerce.

O gün geldi, ebedi mutluluğum çağırdı Kadıköy’e. Öyle sıcak bir yaz akşamı değildi. Kuşlar ötüşmüyordu ağaçlarda, çiçeklerle karşılamadı bizi masal hayvanları. Basitti her şey, basit ve güzel. Otobüsten indik şehrin gürültüsüne, arabaların yüzümüze üfürdüğü egzoz dumanlarından kaçtık, Eminönü vapuru son çağrısını yapıyordu yolcularına.

Bir iki adım attık ki düşlerimdeki o el, daha önce bir an bulup kaybettiğim o el, o sımsıcak el elime dokundu avucumu aradı usulca içine sokuldu. Tereddüt yoktu kendinden emin girivermişti kalbime. Masal gibi değildi, hayal gibi değildi düpedüz basit ve gerçekti. Aylarca gelmesini delice istediğim ama bir o kadar da korktuğum gerçek gelivermişti. Basit bir günde öylesine bir yerde buluvermişti beni. İmkansız gördüğüm, süslü hayallerle gözümde büyüttüğüm mutluluk öylece gelivermişti.

Ağdalı sözlere gerek duymamıştı. Teatral mizansenlere başvurmamıştı. Sevgisini anlatmak için şiirsel mekanlara ihtiyacı yoktu. Oracıkta ufacık bir hareketle koskoca bir hikayeyi en saf haliyle koyuvermişti ortaya. İkimiz de mutluyduk. Sadece mutluyduk.

Konuşmadan yürüyorduk, adım adım geleceğimize yürüyorduk el ele. Artık korkmuyordum dualardan. Gerçek düşlerimden çok daha güzeldi, bakışları gibi, dokunuşu gibi yalın ve güzeldi.

Beklemeye değecek beklemeler hep zor ama hep güzel. Umutsuzluktan çıkan ümit, farklılıktan çıkan uyum hep güzel. Onu düşünmek, onu ümit etmek her şeye rağmen hep güzeldi, hala güzel.

14 Ağustos 2012 Salı

"Yanlış diye bir şey yok gerçekten.
Kendi kafamız da yok. Kendi gerçekliğimiz de.
Asla yanlış şeyi yapmak üzere yola çıkamazsınız.
Asla yanlış şeyi söyleyemezsiniz.
Kendi kafanızda hep haklısınızdır.
Her eyleminiz -ne yaptığınız veya söylediğiniz, nasıl görünmeyi seçtiğiniz.- o eylemi yaptığınız anda otomatik olarak doğrudur.
Fincanını kaldırırken eli titreyen Bay Whittier; ‘Kendi kendinize bugün kahveyi yanlış şekilde içeceğim. Mesela bir botun içinden, deseniz bile bu doğru olurdu. Çünkü o kahveyi bottan içmeyi seçtiniz.’ diyor.
Çünkü hiçbir şeyi yanlış yapamazsınız.
Her zaman haklısınız.
‘O kadar yanlış yaptım ki, ben aptalın tekiyim.’ deseniz bile haklısınız.
Aptalın teki olduğunuzda bile haklısınız.
‘Fikriniz ne kadar aptalca olursa olsun’ derdi Bay Whittier,
‘haklı olmaya mecbursunuz; çünkü o sizin fikriniz.’"

Chuck Palahniuk

31 Mayıs 2012 Perşembe

silent disco!


octoberfest'ten sonra arayı bayağı açmıştık, iyi geldi.
mono'da görüşürüz madem.